29 Nisan 2017 Cumartesi

Karamazovi (2008)


Öncelikle bu yaşıma kadar Karamazov Kardeşler'i okumamış olmaktan utanıyorum. :) En kısa zamanda okumayı planlıyorum. Filmde tiyatrosunu izlediğim kadarıyla çok dehşet bir roman olsa gerek. Her lise bebesine söylendiği gibi bize de klasikleri mutlaka okumamız gerektiği söylendi. Ben de Savaş ve Barış'ı okumaya kalktım. Tolstoy'u komunist zannetmem bir tarafa, aristokrasi hayatı beni zerre kadar ilgilendirmemişti ve çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Yarım bıraktım kitabı. Sonra üniversiteye gittiğimizde bir arkadaşım da Karamazov Kardeşlerin iç karartıcılığından bahsetti diye hatırlıyorum. Hoş lisede Savaş ve Barış ya da Karamazov Kardeşler okuyup anlamanın mümkün olduğunu da sanmıyorum. Bu gerizekalı "kolay paragraf sorusu çözersin" tavsiyeleri benim edebiyat dünyamı derinden sarsmış bugün bir kez daha anladım. Çünkü o aptal tavsiyeler ve kötü Savaş ve Barış tecrübem yüzünden klasiklerden uzak durdum. Suç ve Ceza ile Kumarbaz dışında Dostoyevski okumadım.

Bugün bu filmi izleyince Karamazov Kardeşler'in hikaye yapısının çok çok iyi olduğunu düşündüm.. 4 kardeş var biri geleneksel mirasyedi karakteri, biri ateist mühendis/bilimadamı kılıklı modern Rusya diyelim :) bir Hıristiyan muhafazakar, sonuncusu da kenara atılmış bir kaybeden karakteri. Dostoyevski gibi bir yazarın bu müthiş yapıdan manyak bir roman çıkardığına eminim. Tabii bunlar benim kendimce saçma sapan yorumların zira bahsettiğimiz adam Dostoyevski yani. 

Filme gelirsek, Karamazov Kardeşler'i tiyatroya uyarlayan bir Çek tiyatro grubu oyunu Polonya'da bir demir çelik fabrikasında oynuyor. Fabrika içerisinde oyun da çok güzel ilerliyor ama bir taraftan da oyundan etkilenen oyun dışı bir hikaye ilerliyor. 

Benim için çok iyi bir film, ama bu iyiliğin çok önemli bir kısmı romandan geliyor. Romanı okumuş olsam muhteşem mi derdim, iyi mi derdim, yoksa çok iyi mi derdim onu da bilemiyorum.

Deerecelendirme: 9/10

Everybody Wants Some!! (2016)


Richard Linklater, büyümeyi en iyi anlatan yönetnmen, bu kesin bir gerçek benim için. Before Sunset, Sunrise, Midnight üçlemesinde de Boyhood'da da, Dazed and Confused'da da, Tape'de de School Of Rock'ta da hep aynı temalar üzerinden, hayatın anlamlı ya da anlamsız diye nitelendirilemeyeceğini, hayata anlam katıp, katamayacağımızın konuşulabileceğini söyleyen, bu konuda kendince fikirleri, çözümleri olan ve muhtemelen de 16-20 yaş arası gençler ilham alsınlar, odaklanabilecekleri alanı bulsunlar diye film çeken bir adam.

Bu filmde de farklı bir şey yapmıyor. Kendi gençliğinin nostaljisi içerisinde bir 80'ler filmi çekmiş ve bir yandan da gençlerin tüm o kimlik bunalımlarını, kişilik krizlerini aşıp, karakterlerini oluşturdukları, büyüdükleri anın fotoğrafını çekiyor. Büyüyememiş Willoughby karakteri üzerinden büyümenin aslında cazip bir şey olmadığını ama büyümemenin sürdürülemez/katlanılamaz olduğunu anlatıyor. Kompleksleri Nesbit, hırsı Mc Reynolds, uyumu Finn üzerinden anlatıyor. Jake ise ana karakter, biraz daha entelektüel, duygusal, sanatsal bir büyümenin peşinde. 

Sonuç olarak, çok tekrar ediyor kendini denebilir, hep aynı şey denebilir, sanatsal olarak zayıf denebilir ama bu adamın anlattığı şeyleri anlatan ben ortada pek adam görmüyorum. Dolayısıyla benim için iyi kalmayı sürdürüyor Linklater.

Derecelendirme: 8/10

23 Nisan 2017 Pazar

8 Saniye (2015)


Güneşin Samanyolu galaksisi etrafındaki tam bir dönüşünü bir yıl kabul etseymişiz, ortalama insan hayatı da 8 saniye oluyormuş. Bu kozmolojik gerçek üzerine rüyalarında herşeyi sen yarattın, sevmediysen değiştir diyen bir vatandaşa inanan kahraman kızımızın hayatını çekiyorsun. Nasıl oluyor da, hem evren için hiçbir önemi olmayan 8 saniyelik hayatlar yaşayıp hem de tüm evren kendimizin etrafında dönüyormuş sanıyoruz ben bunu hiç anlamıyorum. 

Üstüne hanım kızımız pek de seçmediği sevgililerinin akışında mutsuz olunca çareyi sevgili değiştirmekte buluyor ve bu filmden bir kişisel gelişim saçmalğı içerisinde başımıza gelen herşeyi affedelim filmi çıkıyor. Üstelik de filmin başrolünü oynayan hanım kızımız kendi hayatını anlatıyormuş. 

Filmin türünü biyografi kabul edersek, "izlemesem de olurdu", fantazi kabul edersek "bu ne ya!" ve drama kabul edersek kötü bir film var karşımda. Ben amaaaan bu ne ya! demeyi tercih ettim.

Derecelendirme: 5/10

22 Nisan 2017 Cumartesi

Gett (2014)

http://www.imdb.com/title/tt3062880/

İsrail usülü boşanma nasıl oluyor merak ediyorsanız, kaçırmayın :) 

Ben oldum olası tiyatro türü hikayeleri severim. Hiçbirşey görmezsiniz, herşey size parça parça anlatılır ve siz bir hikaye inşa edersiniz. Film tamamen mahkemede geçiyor ve boşanacak çift nasıl bir hayat yaşamış, niye boşanmak istiyor kadın, niye boşanmak istemiyor adam yavaş yavaş en az mahkeme kadar yavaş izliyorsunuz. Kafanızda çiftin evlerini, komşularıyla ilişkilerini falan hep siz kuruyorsunuz size verilen malzeme ile. 

Muhafazakar İsrail toplumunu görüyorsunuz ki, esasen çok da yabancı değil bize, onu fark ediyorsunuz. Kadınla beraber çıldırıyor, avukatla beraber sinirleniyor, hakimlerle beraber çaresiz kalıyorsunuz. Adamla beraber inat edemedim ben, onu da başaran çıkar :)

Benim için iyi bir film.

Derecelendirme: 8/10.

Chaharshanbe-soori (2006)


Her ne kadar Asghar Farhadi'nin Oscar alan son filmini beğenmemiş de olsam, kapalı toplumlarda dışarıdan bakınca anlayamayacağınız sosyal yapıyı vermesi açısından çok değerli buluyor ve zevkle izliyorum Farhadi filmlerini. Bu film de onlardan biri.

Bir aile kurmaya çalışan genç ve fakir Rouhi'nin nişanlısıyla motorla karlı tepelerin yanında muhtemelen Tahran'ın varoşlarında yol alırken nişan fotoğraflarına bakıp çok da beğenmediği, dalga geçtiği bir sahne ile başlıyor. Motorun arkasında fotoğraflara bakarken elinden fotoğrafı düşürüyor ve fotoğrafla birlikte çarşafı motorun zincirine takılıyor. Motor kayıyor düşüyorlar. Neyse ki yaralanan olmuyor, eğlenmeye devam ediyorlar. Rouhi'nin biraz da çocukça eğlenen doğal hali ve buna eşlik eden nişanlısı çok hoş ama aile kurmak çocuk oyuncağı mı?

Evlenmek, yuva kurmak pahalı bir iş ve Rouhi, masraflara katkıda bulunmak için Mojde ile Morteza'nın evine temizliğe gidiyor. Rouhi daha siteye girerken, Rouhi ile Mojde arasındaki statü farkını aklımıza kazıyor Farhadi, sitede oturan başka bir kadın Rouhi'yi içeri sokmuyor. Yani Mojde ile Morteza'nın oturduğu siteye işi olmayan fakir giremiyor. Mojde ile Morteza'nın evinin camının kırık olduğunu görüyorsunuz, zilleri de çalışmıyor. Evde oturanlarda bir sorun olduğu belli. Türk filmlerinde sıkça gördüğümüz zenginlerin dünyasını anlamayan, hatta alay eden fakirlerin ruh halini gözlemlemek mümkün. Ev karman çorman, evin hanımı ortada yok, adam telefonla konuşuyor, eli sargılı, belli ki camı o kırmış. Rouhi öylece kalakalıyor, yabancılık hissi iliklerine kadar işlemiş durumda.

Rouhi, paarsını alıp gitmesi istendiğinde bile evi siteyi terketmek istemiyor. Bu isteksizliz bence sadece haketmediği parayı almak istememesiyle açıklanamaz. Rouhi zengin ve çocuklu bir ailenin, belki de nişanlısıyla hayal ettiği bir hayatı hem merak ediyor, hem de deneyimlemek istiyor. Rouhi'deki bu ruh hali film boyunca sürüyor.

Mojde ile Morteza'nın gizemli durumunun içinde Rouhi önüne gelen hiçbir oyuna katılma fırsatını kaçırmıyor ve katılıyor. Yalan söyleyip rol yapıyor. Komşuluk ilişkilerini kapıcının karısının ağzından dinlediği gibi bizzat da gözlemliyor. Kusursuz bir matematik düzeninde işleyen olay örgüsü içerisinde, ailenin sorunları Nevruz kutlamaları için şehirde hiç durmadan patlayan havai fişekler gibi ortaya çıkıyor. Rouhi yeni yılın ve hayatının dönüm noktasının eşiğinde zengin bir İran ailesinin durumunu gözlemlerken, biz de İran aile yapısına dair Farhadi'nin gözlemlerini ve eleştirilerini izliyoruz.

Senaryo matemetiği çok başarılı olan, sosyal ilişkileri iyi anlatan bir İran filmi bence.

Derecelendirme: 8/10.

The Birds (1963)


Ben çocukken bu filmi izlediğimi hayal meyal hatırlıyordum, ama ne anlattığına dair hiçbir fikrim yoktu. Ben de severim Hitchcock filmlerini, izleyeyim dedim.

İzlediğimde ilk aklıma gelen, kuşların Soveytler tehdidi olduğuydu ve batı toplumu tarafından yeterince ciddiye alınmadığını söylediğini düşündüm Hitchcock'un. Filmin yapıldığı yıl soğuk savaşın en hararetli yılları, uzay çalışmalarında Sovyetler öne geçmiş, Küba füze krizi vs.

Ayrıca, ister Sovyetler tehdidi olsun, isterse ekolojik dengeyi bozmamıza hayvanların tepkisi olsun, filmde burası benim, ben ne dersem o olur diyen kibirli ve kontrolcü modern insanoğlunu gözümüze sokmuş iyi bir film olduğunu düşünüyorum.  

Biraz interneti kurcalayınca, daha Freudyen yorumlar öne çıkmış. Filmde de Annie ile Melanie Mitch'in annesi hakkında konuşurlarken Oedipus kompleksinden bahsediyorlar Üstelik Melanie'nin kıyafetleriyle kafesteki aşk kuşlarının renkleri aynı. Buradan bu Freudyen yorumların da doğru olabileceğini düşünüyorum. Ancak ben bu filmdeki Freud göndermelerini anlayacak kadar Freud bilmiyorum, dolayısıyla oraya girmeyeceğim. 


Derecelendirme: 8/10.

20 Nisan 2017 Perşembe

Vals Im Bashir (2008)

http://www.imdb.com/title/tt1185616/

Benim için çok net bir izlemesem de olurdu filmi. Hiçbir ikircikli konu yok, belgeseli çizgi film gibi çekmişler. Savaş kötü, soykırım kötü, zulüm karşısında susan da dilsiz şeytan vs. vs. Psikoloji serpmişler biraz içine. Hiçbir çıkarım yok, yorum yok, fikir yok, böyle böyle oldu, olanlar da çok kötüydü.

İstemiyorum ben böyle filmler izlemeyi.

Derecelendirme: 6/10

18 Nisan 2017 Salı

If.... (1968)

http://www.imdb.com/title/tt0063850/

68 gençliğinin devrimci komünist saçmalıklarından başka bir şey değil. Şüphesiz İngiliz olsam anlayabileceğim bir sürü anlamadığım gönderme, şu, bu da vardır, siyah beyaz çektiği yerlerin bir anlamı falan da vardır da bu ne allah aşkına? Geleneklerine bağlı bir okulun görevlendirilmiş öğrencileri bir nevi sınıf başkanları kraldan kralcı, müdürden daha müdürcü oluyor. Kralı, müdürü, aristokratı, öğretmeni de buna ses etmiyor, hatta destekliyor. Bir grup öğrenci de isyan ediyor, bunların hepsi tamam da, isyanın da bir ölçüsü olur ya :) Tamam sen kralı kayalara ulaşamayan bir yumuşakça olarak değerlendir, bununla mücadele et, İngiliz anayasasını eleştir falan da, bu ne ya!

Yani tamam okul İngiltere, müdür kral, Rowntree başbakan, öğretmenler aristokratlar, öğrenciler halk falan da bu ne ya! 

Derecelendirme: 5/10

17 Nisan 2017 Pazartesi

La notte di San Lorenzo (1982)


Savaş filmlerini sevmiyorum. En nihayetinde savaş çok kötü bir şeydirin ötesinde bir şey diyemiyorlar. İç savaşa benzer durumlarda bu savaş çok kötü bir şeydirin ötesine geçememe hali daha da artıyor. Özellikle bu filmdeki gibi Mussolinicilerin niye Mussolinici olduğu, Mussolini'nin kim olduğu, toplumun bu ayrışmasına neyin yol açtığı gibi konulara hiç girmezsen, sonunda "eee savaş çok kötü bir şey gerçekten" demek dışında hiçbir şey yapamıyorsun. 

Bu film savaşı bir çocuğun gözlerinden anlattığı için, savaş çok kötü bir şeydir demek bile zorlaşıyor. Özetle benim üstümde kafa yorabileceğim hiçbir şey sunmuyor film bana. Tatlı sıcakkanlı italyanlar mı? Biraz, ama onu anlatacaksan da savaşı anlatma, tadı daha çok çıksın.

Sonuç olarak izlemesem de olurdu diyorum.

Derecelendirme: 6/10

16 Nisan 2017 Pazar

Prisoners (2013)

http://www.imdb.com/title/tt1392214/

Bu filmde spoiler vermemek gerekiyor. O nedenle çok fazla yazmayacağım. Sadece pederin bodrumunda bulunan adamla ana olayın bağlantısını ortalama bir izleyici polisten önce yakalayabilir ve dolayısıyla film uzun gelebilir. Bir de adı niye Prisoners hiç çözemedim. Bunlar dışında matematiği sağlam, eli yüzü düzgün  bir polisiye gerilim filmi.

Derecelendirme: 8/10. 

Sicario (2015)


Manuel Diaz, şirketi aracılığıyla mortgage kredileriyle evler alıp, bedellerini uyuşturucu parasıyla ödeyen Sonora uyuşturucu kartelinin Amerika kolunu yöneten kişidir. Uyuşturucu parasını mortgage kredileri geri ödemeleriyle aklamaktadır. Bu adamın kuzeni kartelin üç numaralı adamı Fausto Alacron'dur. CIA Fausto Alacron'a ulaşmak için Manuel Diaz'ı yakalamayı kafasına koyar. 

CIA'in çalışma yöntemleri ve Amerika'da hukukun ne olduğu ve nasıl işletil(me)diğine dair pek de fena olmayan bir film.

Derecelendirme: 7/10

15 Nisan 2017 Cumartesi

Hidden Figures (2016)


Çok hoşuma gitti film ama izleyicinin hoşuna gitsin diye de herşey yapılmış. Bir kere filmin üç siyah kadını da çok tatlı, şirin insanlar. Üçüyle de arkadaş olsak ne güzel vakit geçirir, ne verimli muhabbetler ederiz diye düşündürtmek için ne gerekiyorsa yapmışlar. Üçü de tutkulu, saygılı, çalışkan, vizyon sahibi, azimli, mücadeleci insanlar. Bu tip tutkulu insanların benim tecrübelerime göre öfke patlamaları, isyanları falan olması lazım. Dahi seviyesindeki insanların topluma bu kadar entegre, sosyal hayatta bu kadar başarılı olamamaları lazım. Başarısızlık karşısında depresifleşmeleri, üstlerinde böyle delicesine bir baskı varken, bu kadar uysal olmamaları gerekir. Kısaca, karakterler çok idealize.

Al Harrison'ın pozisyonunda birinin de çok daha depresif, sinirli, kontrolcü biri olması beklenmelidir diye düşünüyorum. Oysa filmdeki Al, son ana kadar kendi işleine gömülmüş, pek de etliye sütlüye bulaşmayan biri gibi veriliyor. Yine bence böyle büyük bir projede sinerjinin ortaya çıkması gerekir. Oysa filmde sinerji yok, mesela teorik hesaplamaları yapan Al ile projenin baş mühendisi arasında hiç etkileşim yok filmde. Kısaca filmdeki karakterlerin duygusal durumları ve değişimleri çok eksik.

Öte yandan filmin politik arkaplanına bakarsak, ırkçılığı ve cinsiyetçiliği bence çok yüzeysel ve naif anlatıyor. Yani ırkçılığın da cinsiyetçiliğin de saçmalığına hiç girmiyor. Tamamen liyakat üstünden ilerliyor. Yani yapılan işi beyazlar yapabiliyor olsaydı, ırkçılık filmde hiç yer almayacaktı. Yine kadınların yaptıkları işi erkekler yapabilseydi, filmde kadın erkek ayrımcılığı da hiç yer almayacaktı. Oysa ırkçılık ve cinsiyetçilik karşıtı bir filmin bu meselelerin ahlaki temellerine inmesi gerekirdi diye düşünüyorum. Bu filmde sadece faydanın maksimize edilmesi bağlamında ele alınıyor. 

Film, Yusuf Atılgan'ın tarif ettiği "sinemadan çıkmış insan" ortaya çıksın diye yapılmış ve izleyicinin duyguları tavan yapsın diye elinden geleni yapıyor. Böyle bakıldığında tipik bir Amerikan sineması örneği olarak duruyor karşımızda. İzleyicinin kafasını çalıştırması, kendini zorlaması falan gerekmiyor, sadece sinemadan çıktığında "gaza gelen izleyici" hedefleniyor.

Her ne kadar filmi izlemekten çok keyif almış olsam da, biliyroum ki kolay gelen, kolay gider. Filmin üzerimdeki motive edici etkisi, Yine Yusuf Atılgan!ın dediği gibi "beş-on dakikada ölüyor."

Derecelendirme: 8/10.  



Köpek (2015)

http://www.imdb.com/title/tt4602818/

Bir transseksüel, bir çocuk ve bir karı koca. Üç farklı hikaye birbirinden tümüyle bağımsız olarak ilerliyor ve hiç kesişmiyor. Hikayelerdeki karakterlerin tamamı kenara itilmiş ve hor görülmüş. Zamane solcuları işçi sınıfından ve devrimden umutlarını kestiler keseli, hep böyle abuk subuk duyarlılık hikayeleri anlatıp duruyorlar da, ne bir çözüm önerisi var, ne de kendi vicdanlarını rahatlatmaktan başka bir işe yarıyor. Üniforma giyen herkes kötü, herkes şiddete meyyal. Benim için klasik bir Allah belanı versin filmi.

Derecelendirme: 1/10

La La Land (2016)

http://www.imdb.com/title/tt3783958/

Los Angeles, yıldızlar şehri. Hayallerine ve tutkularına bekledikleri ilgiyi göremeyen iki gencin yollarının kesişmesiyle başlayan müzikal bir aşk hikayesi La La Land. 

Mia, 3. sınıf dizilerin ve filmlerin oyuncu seçmelerinde bir türlü istediği rolü alamazken, Sebastian da açmayı planladığı caz kulübüni açmayı başaramamıştır. Mia seçmelere devam etmekte, Sebastian da sevdiği müziği çalmak yerine restoranlarda kendisine verilmiş bir şarkı listesi dışına çıkmaması konusunda uyarılmaktadır. İkisi de hayallerinin peşinde gitmeye kararlıdır ama bu kararlılık gittikçe zorlaşmaktadır. 

Mia, oyuncu seçmelerinde kendisine yardımcı olacak ilgi gösterecek tiplerle tanışmak için gittiği partiden umduğunu bulamayıp çıktığında, arabasını trafik polisleri yanlış park nedeniyle çekmişler ve Mia yürümeye başlamıştır. Duvarları eski Hollywood yıldızlarıyla süslü restoranda duyduğu müzik onu çeker. İçeride Sebastian şarkı listesini o gece ilk ve son kez ihlal etmiş, sevdiği müziği çalıyordur. Mia girer. Sebastian çalıştığı yerden şarkı listesine sadık kalmadığından kovulmuş çıkarken Mia ona müziğini çok sevdiğini söylemeye çalışıyordur. Sebastian görmezden gelir. Mevsim kıştır.

İlkbahar geldiğinde Mia Sebastian'dan intikamını onunla tesadüfen karşılaştığı bir partide alır. Sebastian hiç inanmadığı bir grupla partinin müzisyenliğini yapmakta ve partidekilerin istek şarkılarını çalmaktadırlar. Mia Sebastian'a çalmaktan tiksineceği bir şarkı çaldırır ve tanışırlar nihayet. Birbirlerinin durumunu anlıyorlardır, yavaş yavaş ilişki filizlenir. 

Mia'nın hayalini ve tutkusunu öğreniriz önce. "Teyzem aktristi. Gezici bir tiyatrodaydı. Nevada'daki Boulder City'de büyüdüm. Evimizin karşısında bir kütüphane vardı ve klasik film koleksiyonu oldukça genişti. Teyzem beni oraya götürürdü ve bütün gün Aşktan Da Üstün, Tehlikeli Bebek ve Kazablanka gibi filmleri izlerdik. Yatak odamda oyunlar sergilerdim teyzemle ikimiz filmlerde gördüğümüz sahneleri yeniden canlandırırdık. Ardından kendi oyunlarımı yazmaya başladım. Neyse, buraya gelmek için iki yıldır gittiğim üniversiteyi bıraktım." der Mia, Sebastian'a.

Sonra Sebastian tutkusunu ve hayalini cazdan nefret ettiğini söyleyen Mia'ya anlatır: "Bence cazdan nefret ettiğini söyleyen insanlar bunu dillendirdiklerinde müzikle ilişki kuramıyor, kökeni anlayamıyorlar. Caz, New Orleans'ta küçük ve ucuz bir pansiyonda doğdu. Çünkü beş farklı dil konuşan, birbiriyle anlaşamayan insanlar oraya toplanmıştı. Karşılıklı konuşamıyorlardı. İletişim kurmanın tek yolu cazdı. Cazı, bahsedilen şeyi görmelisin. Şu adamlara bir bak. Saksafoncuya bak. Şarkıyı kaçırıp kendi yolculuğuna çıkardı. Bu adamların hepsi beste ve düzenleme yapıyor, şarkı yazıp melodiyi çalıyor. Trompetçiye bak. Adamın kendi fikri var. Caz çatışmadır, uzlaşmadır ve müzik her defasında kendini yeniler, her gece başka müzik çıkar. Çok ama çok heyecan verici. Ancak caz ölüyor. Ölüyor Mia. Caz ilgisizlikten ölüyor. Dünya diyor ki 'bırakın ölsün çünkü miadını doldurdu' Fakat ben varken bu olmayacak."

Yaz olur mevsim, artık Mia ile Sebastian beraberdirler. Ama eski filmleri seven kızla, eski müzikleri seven adamın aşkının bir geleceği olabilir mi? Bu hayallerle, bu tutkularla değirmen döner mi? Birbirlerini hayallerinin peşinde gitmeleri için motive ederler ama motivasyon tek başına yeterli mi?

Mia'nın annesiyle yaptığı bir telefon görüşmesinde iş paraya gelir. Mia tek kişilik oyununu sahnelemek için tiyatro ayarladığını annesine söylediğinde annesinin "iyi para kazanacak mısın?" sorusuna "anne ben üste para veriyorum der. Annesi Sebastian'ı sorar, onun da düzenli bir işi dolayısıyla geliri yoktur. Sebastian mesajı almıştır ve hedefine daha yakın olan Mia'dır. Sebastian para kazanmak için hayali olmayan bir müziğin peşinden gider ve Amerika içinde turneye çıkacak bir grubun piyanisti olmayı kabul eder. Mia oyununu sahnelemeye çabalarken, Sebastian da şehir şehir gezmeye başlamıştır. 

Sonbahar gelmiştir aşklarına. Sebastian ile Mia, izlediğim en güzel sevgili kavgalarından birini yaparlar. Para sorunu, işleri nedeniyle birbirlerini yeterince görememeleri pahasına çözülmüştür. Üstelik hayalleri ve tutkuları konusunda fedakarlık yapan Sebastian olmuştur. Mia, Sebastian'ın inanmadığı bir müziğin peşinde bu kadar uzun süreli çalışmasını yanlış bulur. Sebastian da haliyle bunu uğruna fedakarlık yaptığı Mia'dan duyunca sinirlenir. Oysa aslında iki hayalin birlikte gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığını görmüşlerdir. 

Bu filmi izlemeye başlamadan önce, ben caz çok sevmem, müzikal de çok sevmem, ne işim var bu filmle diye düşünmüştüm; ama iyi bir aşk hikayesi izledim. Müzikleri de gayet güzeldi. Neon renkler sanırım bu sene moda, Nocturnal Animals ve Moonlight'ta da bolca kuıllanılmıştı, ama en yakıştığı film bu olmuş bence.

Derecelendirme: 8/10

13 Nisan 2017 Perşembe

Avatar (2009)


Bu filmin ilk çıktığı günleri hatırlıyorum da ne reklamı yapılmıştı. Dünyanın en güzel filmi, inanılmaz bir görsellik sunuyor, tekniği şöyle uçuyor, böyle kaçıyor, imax dışında izlenmiyor falan filan. Ben o sıralarda kendimi umutmuş, Mısır'da deli gibi çalışıyordum. Imax falan gidemedim. Sonrasında da imax dışında izlenmiyor gibi şeyler aklımda kaldığından izlememiştim. Bugün hasret sona erdi, Avatar'a kavuştum. :)

Yine teknikten anlamayan biri olarak söylüyorum, bence senaryosu dökülüyor. Klişeler fışkırıyor her yerinden. Son Mohikan ile Matrix karışımı dandik bir film bana göre. Çok kurcalamaya değer bulmuyorum ve izlemesem de olurdu diyorum.

Derecelendirme: 6/10

Macbeth (2015)

http://www.imdb.com/title/tt2884018/

Önümüzdeki hafta Macbeth'in tiyatrosuna gideceğim, hikayeyi bir öğreneyim, tiyatroda daha detaylı bakarım diye izledim bu filmi. Bir tiyatrosever olarak Shakespeare oyunlarını elimden geldiğince öğrenmeye çalışıyorum. 

Shakespeare'in diğer pek çok eseri gibi Macbeth de bir şablon. Yani sonrasında benzerleri, versiyonları, uyarlamaları, varyasyonları defalarca tekrar tekrar seyirciye sunulmuş bir hikaye niteliğinde. Bunu izlerken aklıma gelen filmleri, dizileri saymaya kalksam, buradan köye yol olur yani. 

İktidarın içeriden el değiştirmesine dair pek çok gerçek ve kurgusal durumu bu şablonun içine atabilir ve tertemiz çıkarabilirsiniz. Üç cadı ve kehanet günümüzde, hırs, ihtiras, ego ile taktik-stratejik plan olur hikayeniz de mis gibi kokar, yumuşacık olur. Shakespeare'in büyüklüğü de burada gelmektedir zaten.

Ben amacım ve yaklaşımımla ilgili yazdığım yazıda belirttiğim gibi oyunculuktan, ışıktan kadrajdan falan anlamam. Sadece senaryodur değerlendirdiğim. O nedenle şimdi oturup da Shakespeare oyununa puan verecek filan değilim :) Bütün oyunlarının hikaye yapısı bilinmeli, öğrenilmeli.    

Edit: İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarının oynadığı Macbeth tam bir rezillikti. Ben hikayeyi bildiğim halde zor takip ettim olay örgüsünü, bilmeyenin bir şey anlaması mümkün değildi. Yalan Dünya'nın bir bölümünde Açılay tek kişilik gösteri yapmaya niyetlenmişti ya aynı onun gibi bir şeydi. 

12 Nisan 2017 Çarşamba

Va, vis et deviens (2005)


Bazı filmler vardır; öyle bir durumu anlatır ki, film güzel değil deseniz, filmin eleştirdiği, kötülediği ne varsa alkışlıyorsunuz sanırlar. İşte bu film de onlardan biri.

Etiyopya iç savaşından Sudan'a kaçan bir sürü Etiyopyalının arasından sadece yahudi olanları ile ilgileniyor film. Kurtarılmayı hakedenler onlar ya da kimse İsrail kadar dindaşına (aslında halkına çünkü yahudilik, millet ile ümmet ayrımının olmadığı annesi yahudi olmayanın yahudi olamadığı bir din. Tevrat öğretisini kabul edip, İsrailoğullarından olmayanların durumu biraz karışık) duyarlı değil filmin alt metninde. O sırada ölen bir yahudi çocuğun yerine iki annenin mutabakatıyla bir hıristiyan çocuk geçer. Çünkü çocuğun annesi oğlunun kurtulmasını istiyordur, diğer anne de oğlunun ölümünden doğan üzüntüsünü yeni çocuk ile teselli edecektir. Fakat çocuğu yanına alan anne İsrail'e geldiklerinden kısa bir süre sonra ölür.

Bundan sonrası siyah bir çocuğun İsrail toplumuna entegrasyonunda yaşayacağı sonu gelmez zorlukları anlatır uzun uzun. Çocuk da dalgalandıkça dalgalanır. Bir bakarsın uyum göstermek için gençler arasında düzenlenen yahudi münazarasını kazanır, bir bakarsın polise gider "ben yahudi değilim yalan söyledim" der.

Aşık olduğu Sarah'nın babası "yobaz" bir yahudi olduğundan kızdan uzak durur, ama o "yobaz" babanın kızı nasılsa çok açık fikirlidir ve Schlomo'ya deliler gibi aşık olur. Schlomo daha 13 yaşındayken, para karşılığı sınıf arkadaşı Itai adına Sarah'ya aşk mektupları yazmıştır.. Evlendikleri gece Schlomo "sana bir sırrımı söylemem lazım" dediğinde Sarah öyle bir bakar ki, Schlomo "ben yahudi değilim" demeye korkar ve "Itai'nin o aşk mektuplarını ben yazmıştım" der. Kız, "bu kadar mı, emin misin, bbu büyük hikaye bu muydu" diye küçümseyip Schlomo'dan bir cevap gelmeyince "aptal şey, zaten biliyordum, ben sen senin mektuplarına aşık oldum" der. Oysa, aynı Schlomo aynı Sarah'ya ben yahudi değilim dediğindeyse, aynı Sarah aynı Schlomo'yu terk ederken şunları der:

"Öz babamın beni reddedeceğini bilmeme rağmen seni kabul ettim, sadece senin için! Bütün ailemi terk ettim, annemi, kardeşimi...Senin için yaptım. Benimle konuşan tek bir kişi kalmadı. Bir kişi bile! Kolay olduğunu mu sanıyorsun? Birbirimizi 10 yaşından beri tanıyoruz. 10 yaşından beri yalan söylüyorsun, bana asla güvenmedin! Senin yahudi olmanı ya da olmamanı umursamadım, siyah, beyaz ya da kızıl olmanı da. Benim sevdiğim sendin! Sen Schlomo, sen! Seni aptal!"

Kız için terketme sebebi yalan söylemesiyse, Schlomo başından beri yalan söylüyordu, o zaman niye sorun etmedin? Schlomo güvenmediği için kız terk ettiyse, işte şimdi güvenmiş, ne diye şimdi terk ediyorsun? Schlomo'nun aptallığı ise her durumda baki!

Schlomo'nun onu evlatlık alan aile ile ilişkisi de benzer şekilde çelişkiler yumağı. Alt metinler İsrail'e düzülen methiyelerle dolu. Finali de vıcık vıcık populizm. Benim için kötü bir senaryo, kötü bir film.


Derecelendirme: 4/10

11 Nisan 2017 Salı

Hail, Caesar! (2016)


Coen biraderlerin kendilerini fütursuzca akladıkları, figüranlar hariç sinema emekçilerine bolca da teşekkür ettikleri bir film bu. Eyy sinema endüstrisi sen ne büyüksün!

Film koskoca sinema endüstrisinin çarklarını döndürmek için delicesine çalışan, bu uğurda ailesini bile ihmal eden Eddie Mannix'in 27 saatini konu alıyor. "Adına çalıştığı film stüdyosu hikayeler üretiyor, her biri ya gün ışığında drama ya da mehtapta rüya konulu." diyerek tanıtılan film endüstrisinde fedakarca, cansiparane çalışan Eddie Mannix'in "işiyse geceymiş gündüzmüş önemsemez, gerisini de pek az umursar." 

Aslolan Eddie Mannix değil, ailesi değil, para değil, politika değil, din değil, sinema endüstrisidir yani. Öyle bir endüstri ki, gazetecilikle birlikte insanların isteklerini karşılamak için canla başla çalışıyor. Çünkü Mannix'in ikiz gazetecilerden birine söylediği gibi "insanlar gerçekleri istemiyor, inanmak istiyorlar. Büyük endüstrimiz bu. Hem benim hem de seninki. Baird Whitlock'ın büyük bir yıldız ve iyi bir adam olduğuna inanmak istiyorlar."

Aslolan insanların inanmak istedikleri şeyler yani, hakikat değil, aşk değil, sevgi değil, bilgi değil, ahlak değil. Sinema endüstrisi, Eddie Mannix'i de, İsa'yı da, Sezar'ı da, oyuncuları da, yazarları da, yönetmenleri de bu uğurda kullanır. Yalanmış, haksızlıkmış, saygısızlıkmış, bilgisizlikmiş, sevgisizlikmiş, ahlaksızlıkmış, bunların hiçbir önemi yoktur. Eddie Mannix bu uğurda polise yalan söyler, din adamlarını kafalar, gazetecileri manipule eder, aktristinin gayrimeşru çocuğu ortaya çıkmasın diye evrakta sahtecilik yapar, fidyecilere fidye öder ve patronu Nick Schenk'e asla laf söyletmez: " Nick Schenk ve bu stüdyo, sana ve burada çalışan herkese iyiydi. Bir daha Bay Schenk'e salladığını duyarsam, kendini kaçırtmaktan içeri girersin, son sözlerin onlar olur." 

Eddie Mannix için sinema endüstrisine hizmet ediyorsan bir değerin var, yoksa değersizsin: "Oraya çıkıp Yüce Sezar'ı bitireceksin. O pişman hırsızın ayaklarında konuşmanı yapacaksın ve her kelimen yüreğinden gelecek. Yapacaksın çünkü sen bir aktörsün, işin bu. Yönetmen, yazar, senarist ya da çekim tahtasını tutan herifin işini yaptığı gibi. Yapacaksın çünkü filmin bir değeri var. Filme hizmet edersen senin de. Bunu da bir daha unutmayacaksın."

Filmin günah çıkarmayla başlayıp, günah çıkarmayla bitmesine şaşırmamak lazım. Çünkü bu film Coen biraderlerin günah çıkarması. Yazıklar olsun!

Derecelendirme: 2/10

10 Nisan 2017 Pazartesi

Przypadek (1987)


Dünyada insanların tercihlerinden daha üstün bir kader ya da determinizm (wikipediaya göre evrenin işleyişinin, evrende gerçekleşen olayların çeşitli bilimsel yasalarla, örneğin fizik yasaları ile, belirlenmiş olduğunu ve bu belirlenmiş olayların gerçekleşmelerinin zorunlu olduğunu öne süren öğretidir.) bulunduğuna inanan Kieslowski için “bir insanın komünist ya da müreffeh bir kapitalist olmasından, dinsiz ya da dindar olmasından daha önemli aşk, ölüm, yalnızlık, nefret, kaygı gibi şeyler bulunmaktadır." "Bunlar pek sözünü etmediğimiz ama birlikte yaşadığımız, hayatımıza yön veren şeylerdir” diyen Kieslowski, yüzeysel bir izlemeyle tek seferde anlamanın neredeyse imkansız olduğu bu filminde Witek'in hayatının dönüm noktasında yaşadığı bir olayın üç farklı versiyonunu ayrı ayrı göstererek, Witek'in yaşayacağı duygular ve deneyimler bakımından sonucun pek de değişmeyeceğini söylüyor.

1956'da Poznan olayları sırasında babası protesto gösterilerinde iken annesi Witek'i doğurmak üzere hastanededir. Ortalık yaralı kaynıyordur, kadınla hastanede ilgilenemezler yeterince. Kadın ikiz doğurmaktadır. Witek doğar, diğerleri ölür. Bu olayla birlikte babası Witek'in doktor olmasını istemekte, hatta onu buna zorlamaktadır. Witek'in notlarını babası beğenmez ve onu en çok mutlu edecek şeyin onun o notları veren hocaları yenmesi olacağını söyler. Witek tıp fakültesinde 4. sınıfta iken babası hastaneye kaldırılırken, Witek telefonla konuşur. Babası ona mecbur değilsin der ama neye mecbur olmadığını söylemez, söyleyemez. Bir kaç saat sonra da ölür. Witek'in yanında eski öğretmeninden nefret eden, hatta onu keserken hayal eden tıp fakültesinden sınıf arkadaşı Olga vardır. Nefret ettiği eski öğretmeninin otopssisinden rahatsız olup çıkınca, Witek onu teselli ederken birbirlerine aşık olmuşlardır. Babası ölünce Witek, ne yapacağını bilemez bir halde, hıçkıra hıçkıra istasyonda ağlarken istasyon güvenliğine yakalanır. Bu, filmde anlatılan totaliter baskı ilk tanışmasıdır. Witek okula ara vermeye karar verir ve tıp fakültesi dekanından izin alır. Varşova trenine bir bilet alır, ama tren kalkmıştır. Witek trenin arkasından koşar. Bu anda film üç farklı olasılığa bölünür:

1. Witek treni yakalar ve biner.

Witek trende "treni kaçırmadığın için şanslısın" diyen Werner ile tanışır. Werner onu hapishanede beraber yattıkları muhalif lider Adam'a yönlendirir. Adam 1949'da casus olduğu şüphesiyle hapse atılmıştır. Werner, Adam'ın karısı Krystina'ya yardım etmiş, onu Adam'ın casus olmadığına ikna etmeye çalışmıştır. Bu sıralarda Werner Krystina'ya aşık olmuştur. Bir süre sonra Werner'i de hapse atarlar, parti için mahkemede yapmadığı suçları itiraf etmiştir. Werner de hapse atılınca Krystina, ikisinin de casus falan olmadığına inanmış ve komunist partiye inancını tümüyle yitirmiştir. Krystina Werner'i de Adam'ı da hapiste ziyaret etmeye başlamıştır. Hapisten ilk çıkan Adam olunca Krystina ile Adam evliliklerine devam ederler. Bir yıl sonra Werner hapisten çıktığında işkenceler sonucu topal kalmış kendini yalnızlığa mahkum etmiştir. Adam'ın liderliğindeki muhalefete yardım etmektedir ama hayattan hiçbir beklentisi kalmamış, ölümü beklemektedir aslında. İşi bırakıp, Fransa'ya gidecektir. Werner Adam ile Witek'i tanıştırır. Adam Witek'e kartını verir ve bir ihtiyacı olduğunda aramasını söyler. Witek Werner'a ne yapmalıyım diye sorar ve ne istersen onu yap cevabını alır.

Witek de işte böylece "biz başarısız olduk, belki sen başarırsın" diyen Werner'in yönlendirmesiyle partiye karşı tehlikeli bir mücadelenin içinde bulur kendini. Partiye üye olur, "içeri girmelidir, hiçbirşey dışarıdan düzeltilemez." O sırada ilk aşkı Czuszka'yı tesadüfen bulur. Werner evini Witek'e bırakıp Fransa'ya gider. Witek de ilk aşkıyla yeniden beraber olmaya başlar. 

Witek'in siyasi kariyeri Adam'ın desteğiyle parti içinde hızla ilerlemektedir. Diğer taraftan da muhalefet için kitaplar yazmaktadır. Fransa'ya gidip, muhalefete uluslararası destek arayacaktır, pasaportunu, vizesini almıştır. Werner Fransa'dan dönmüş batı sistemini, teknolojisini öve öve bitirememiştir. O sırada Czuszka'nın organize ettiği yasa dışı yayınlar yakalanır ve polis kızı tutuklar. Kızı ihbar eden Adam'ın adamlarıdır, Witek'i ise korumuşlardır. Witek Adam'a öfeksini kusar ve onun hareketiyle tüm bağlarını kopartır. Oysa sıkı bir komunist olan halası onun parti üyesi olduğunu ve memleketi için çalışacağını öğrendiğinde çok sevinmiştir. Werner'a kendisini memleketi düzeltebileceğine inandırdığı için bağırır, çağırır ve evini terk eder. Tam giderken Werner ona Paris biletini verir. 

Czuszka serbest bırakılmıştır, ama artık Witek'in bir muhbir olduğuna inandığı için yüzüne bile bakmaz. Ona Fransa'ya gitmesini söyler. Witek havaalanına geldiğinde Fransa'ya gidemez, Lublin ve Lodz'daki grevler nedeniyle parti oralardaki vatandaşlara yardım etmelerini istemektedir. Witek çıldırır ve havaalanından koşarak ayrılıp istasyona gider ve Varşova'ya bir bilet daha alır. 

2. Witek treni kaçırır ve o sinirle daha önce kendisini yakalamış olan istasyon güvenlikçisi ile kavga eder.

Olay karakola ve mahkemeye intikal eder, Witek 30 gün kamu hizmeti cezası alır. Kamu hizmeti bir parkı çiçeklendirmektir. Orada Marek ile tanışır. Marek inançlı bir katoliktir, evinde dini toplantılara izin verdiği için kamu hizmeti cezası almıştır. Bu defa parti yerine kiliseye çıkacaktır Witek'in yolu. Marek onu rahip Stefan ile tanıştırır. Kilise de memleketin gidişatından rahatsızdır ve dolayısıyla devletten baskı görüyordur. Witek yine devlet tarafından izleniyordur. 

Evinde izin verdiği bir dini toplantıda Kieslowski'nin kader inancı bir şarkıyla şöyle dile getirilir:

"Tohumları rüzgara attık, nereye düşeceklerini bilemeyiz.
Ürünleri kimin toplayacağını bilemeyiz, hasat zamanında kimin şarkı söyleyeceğini.
Saban ve tırmıklara ihtiyacımız olsa da, kurak tarlalarımızı ekmeliyiz.
Rüzgar tohumlarımızı yok etse de, kargalar ekinlerimize saldırsa da."

Witek o toplantıda tesadüfen devlet baskısından Danimarka'ya kaçan çocukluk arkadaşı yahudi Daniel ile ablası Wera ile karşılaşır. Wera, Witek ve Daniel'dan 6 yaş büyüktür ve aşık olduğu için Danimarka'ya gitmemiştir. "1968'de adamın biri Wera'ya 'Yahudiler İsrail'e!' diye bağırmış. Bir başka adam da bağıran adama ona tokat atmış, ve Wera da tokat atan adama aşık olmuştur. Sonra üniversiteden atılınca da adamla evlenmiştir. 

Daniel ise annesi vefat ettiği için yalnızca bir iki günlüğüne Polonya'ya gelmiştir. Daniel'in annesi babasından boşanmış ve yalnız ölmüştür. Daniel Danimarka'da kendini yabancı hissetmekte, Polonya'nın özlemini çekmektedir. Daniel Danimarka'ya dönerken, Witek de Wera ile işi pişirmek üzeredir. Beklenmedik misafirlerini trenle uğurladıktan sonra Witek rahip Stfan'ın yanına döner. İsa'nın acı içinde tüm olanı biteni izlediği bir ilüstrasyonunu görür Witek, Stefan'ın kilisesinde. İsa'nın gözü açılıp kapanmaktadır. Witek o an vaftiz olmaya karar verir. Hayatta bir amacı olsun ister, rahip Stefan partiye katılmasını tavsiye eder ama Witek'e göre onlar bilmiyorlardır. Rahip dua etmesini tavsiye eder bu defa. Witek tanrıdan sadece var olmasını diler.  

Witek bu defa yasa dışı dini broşür basmaya başlar ve bu defa Katolik Gençler Derneği dünya toplantısına katılmak üzere Fransa'ya gitmek için pasaport ve vize alır. Fakat zaten izlenmekte olan Witek'i polis karakola çeker ve ondan muhbir olmasını ister. Witek bu defa da reddeder ve Fransa'ya yine gidemez. 

Wera annesinin mezarını ziyarete gelmiştir, Witek ile tekrar buluşurlar. Wera köksüzdür, ataları hakkında hiçbirşey bilmemektedir. Konuşmalarından anlarız ki, Witek'in büyük dedesi de, dedesi de ve babası da kadere boyun eğen insanlardan olmamışlardır. Witek'in ailesinin tarihi, Polonya isyanlar ve direnişler tarihi gibidir. Witek ile Wera işi pişirirlerken, Marek gelir ama Witek kapıyı açmaz. Polis dini broşür bastıkları yeri bulmuş, arkadaşları tutuklanmıştır. Dekanın oğlu da tutuklananlar arasındadır. Witek Wera ile beraber olduğu için o sırada orada değildir ve Marek onu muhbir sanır, bir daha da yüzüne bile bakmaz. 

Witek rahip Stefan'a gider, Stefan da tıpkı ilk kısımdaki Adam gibi Witek'i sakinleştirmeye çalışır, "herşey yoluna girecek" der. Onu Fransa'ya tekrar çağırır. Witek reddeder ve kiliseyle tüm bağlarını kopararak Wera'nın evine gider, yolu da ilk kısımdaki Werner'a sorar :) Wera evde yoktur, kapıyı kocası açar, Wera da Witek'in evine gitmiş, kapısında dört saat beklemiştir. Radyodan Varşova'da grev haberleri dinlerlerken sıkı komunist hala Witek'e, "şimdi yurt dışına çıkmadığın için memnunum" der. Oysa Witek vaftiz olmaya karar verdiği gün inancını sorgulayan rahip Stefan'a dediği gibi "sesini yükseltmeye, sessiz kalmamaya karar vermiştir." Evden koşarak çıkar ve Varşova'ya bir bilet daha alır.     

3. Witek treni kaçırır ve istasyonda Olga ile karşılaşır.

Olga ona aşık olmuştur ve onun okuluna devam etmesini istemektedir. Witek de treni kaçırınca bu durumu anlar ve bu defa da Olga'ya teslim olur. Fakülte dekanına okuluna devam etmek istediğini söyler. Dekan kabul eder ve Witek Olga ile evlenir, üstelik Olga üç aylık hamiledir. Fakülteden mezun olur, doktor olmuştur. Dekan akademide kalmasını ister, Witek kabul eder. sıkı komunist hala durumdan mutludur, çocukla ilgilenir. 

Devletten daha iyi bir iş teklifi alır Witek ve reddetmek ister. Dekan ile çalışmak daha huzurludur. Dekan tanrıya inanıp inanmadığını sorar Witek'e. Witek hayır der. Dekan sen yine partidekilere tanrıya inandığını söyle, seni rahat bırakırlar der. Dekan da Parti'ye inanmıyorum diyerek onları başından atıştır daha önce ama o zaman sinirlendikleri için senin rahat bırakmazlar der. 

Havacılık üniversitesi ilanlarından muzdarip tıp fakültesi öğrencileri bilim adamlarından imza toplamaktadır. Witek'in de imzasını isterler, Witek imzalamaz. Oysa, broşür bastığı için dekanın oğlu da okuldan atılmak istenenlerden biridir ve tutukludur. İmza kampanyası bunu protesto etmek için de yapılmıştır. Dekan oğluyla ilgili sorunu halletmek için Varşova'ya giderken, Libya'da vereceği konferansı da Witek'in vermesini ister. Dekan fakülteden atılacağını düşünmektedir. Witek kabul eder ve karısının doğum günüyle çakıştığı için uçağın tarihini havayolu şirketine değiştirtir. 

Karısının doğum gününü evde kutladıkları gece, karısı gitme der. Witek dinlemez, karar vermiştir ve gidecektir. Bir bebekleri daha olacaktır Witek ile Olga'nın. Witek gider, havaalanında rahip Stefan'ı ve arkadaşlarını görür, Fransa'ya aynı uçakla gideceklerdir. Uçağa biner ve uçak havalandıktan kısa bir süre sonra patlar. Witek yine Fransa'ya gidemez.

Witek, üç hikayede de birbirine oldukça paralel hikayeler yaşamıştır. İlkinde partinin içinde, ikincisinde partinin karşısında olmayı ve üçüncüsünde de partinin hiçbir yerinde olmamayı seçmiştir. Ama sonuçta hiçbirinde Polonya'dan ayrılıp da Fransa'ya ayak basamamıştır. İlkinde Werner, ikincisinde Marek ve üçüncüsünde Olga tarafından yönlendirilmiş, kaderini hep başkalarının eline bırakmıştır. 

Esasen öncesinde de kaderini babasına teslim etmiş Witek'in bu durumu şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan Kieslowski'nin bu hikayesinde kaderini kendsii çizmeye çalışan bir karakter yerine Witek'i kullanmış olmasıdır. Kieslowski'nin inandığı kader anlayışına uygun karakter tabii ki Witek'tir ama mesela Howard Roark gibi bir Ayn Rand karakteri üzerinden bu hikayeyi anlatabilmiş olsa çok daha fazla ilgimi çekerdi. Kimbilir belki de bu mümkün değildir. 

İlk izlemede anlamanın da, keyif almanın da mümkün olmadığı bu filmi anladığımı düşündükten sonra da pek sevemedim. İzlemesem de olurdu diyorum. Bu filmden sonra benzer temada 1990'da Mr. Destiny ve 1998'de Sliding Doors çekildi, her iki filmin de bu filmden esinlenmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

Derecelendirme: 6/10.

9 Nisan 2017 Pazar

Coraline (2009)


Madde-ruh (Bilim)
Bu dünya-öteki dünya (Din)
Bilinç-Bilinçaltı (Psikoloji)
Nesneler alemi-İdealar alemi (Felsefe)
Alice-Harikalar Diyarı (Edebiyat)

Şikayet ettiklerimizin olmadığı, içinde yaşadığımız dünyadan daha farklı, daha geniş, daha fonksiyonel bir öteki dünya hep vardır. Bunaldıkça kaçtığımız, ya da gelecekte ödüllendirileceğimiz, kıymetimnizin anlaşılacağı, mutlu olacağımız bir öteki dünyadır bu. Anlam veremedikçe, açıklayamadıkça, işimize gelmedikçe, hayallerimizle örtüşmedikçe, hatalarımızla yüzleşemedikçe, günahlarımızla halleşemedikçe gittiğimiz ya da gideceğimiz o öteki dünyalarda ararız mutluluğumuzu, huzurumuzu.

O öteki dünya, dinde farklı, bilimde farklı, felsefede farklı, psikolojide farklıdır. Bu animasyonda daha çok psikolojideki öteki dünya anlatılıyor. İnsanoğlu ilgi görmek, sevilmek, takdir edilmek ister. Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisinin en üst basamakları bu ihtiyaçlara ayrılmıştır. Bu ihtiyacını yeterince karşılayamazsa, ya yetinmeyi öğrenir, şükreder; ya da tutkularının esiri olur, türlü türlü bağımlılıklar geliştirir. Google'a sonu mania ile biten kelimeleri sorun, o size söyler. :) Umduğunuzu bulamadıysanız, addicted to ile başlayan tamlamalara da bakın. :) 

Ego Frued'un deyimiyle "şahlanmış bir at üzerindeki şovalye gibidir, id ile süperegonun isteklerini uzlaştırmaya çalışan bir hakemdir." Animasyonda id, düğme gözlerin dümyasındaki kocakarı; ego, Coraline'in bizatihi kendisi ve süperego da Coraline'in ebeveynleridir. Yani egoyu ide değil, superegoya yaklaştırmak gerekir, yoksa tutukuların esiri olur, özgürlüğümüzü yitiririz. Çünkü "tek bir anahtar vardır ve onu da kocakarı bulabilir." Anahtarı dipsiz kuyuya atmalıyız ki, id de onu bulamasın.

Bu mesaj derinlemesine incelenebilir, değerlendirilebilir ama bu ne animasyonun ne de bu yazının derdidir. selimisik.blogspot.com.tr'yi okursanız, bu konudaki fikirlerim orada fazlasıyla mevcuttur. :) 

Çok katmanlı hikaye anlatmada animasyonlar gerçekten çok başarılılar. Coraline bana bunları düşündürürken çocuklara da yetinmeyi öğretmeyi amaçlıyor.

Derecelendirme: 8/10

8 Nisan 2017 Cumartesi

Lion (2016)


Stranger Than Fiction diye bir film vardı, Türkçe'ye çevirirsek, "Kurgudan Daha Tuhaf" :) İşte bu film de aynı öyle valla. Yani bu hikaye gerçek olmasa seni tefe koyarlardı Saroo Brierley. :) 

Hadi yirmi sene boyunca hafızana format attın unuttun, kendini Kalküta'lı kabul ettin, hiç de kurcalamadın, o tatlıyı orada görünce de kafanda şimşek çaktı, tamam da tam dört sene Google Earth'e Ganestlay'e benzeyen şeyleri yazmak da mı aklına gelmedi. Hadi o gelmedi, salak arkadaşının parlak(!) fikriyle yalan yanlış tren hızları ile yalan yanlış tren yolculuğu süren üzerinden hipotezler üretip, dört sene çabaladın da ne halt etmeye birilerinden yardım almadın acaba? Seni evlat edinmiş aile neden üzülsün sen gerçek aileni arıyorsun diye? Nankörlük etmek istememişmiş. Lan 30 yaşındasın, hiç mi empati kuramadın seni evlat edinmiş aileyle? Aile de bir tuhaf, lan evlat edindiğiniz çocuk, birden bire içine kapandı, sizle konuşmamaya falan başladı, çıkardığı arızalarla gül gibi kızı da terk etmiş, insan bu herife ne oldu diye Melbourne'a gidip iki gün evinde kalmaz mı, ne işler karıştırıyor bu velet diye şöyle bir kurcalamaz mı? 

Google Earth'ün kuşbakışı görüntüleriyle, beş yaşında gördüğün, gezdiğin yerleri yirmi sene sonra kuş bakışı görüntüler halinde algılayıp eşleştirebiliyor oluşuna ne desem az Saroo Brierley. Bravo, tebrikler de, lan eldeki Ganestlay, Ganesh Talai olacak diye dört sene harcanır mı dangalak?

Sonuç olarak bu kadar dokunaklı bir hikayeyi, bu kadar salak detaylarda boğduğun için bir türlü filmin içine giremedim Saroo Brierley. Bu kötü hikayeni de al, benden uzak dur.

Derecelendirme: 4/10

7 Nisan 2017 Cuma

Nocturnal Animals (2016)


İnsan doğası etobur mudur, otobur mudur? Otoburların intikam duyguları var mıdır? Şiddetle nasıl tanışır, ne zaman uygulayıp uygulamayacağını seçer. Sürekli şiddete uğramasıyla nasıl halleşir? Meşru müdafaa dışında şiddet uygulamanın ahlaki kriterlerini ne zaman oluşturur? Şiddet, şiddetten başka bir cevaptan bir şey anlar mı? Şiddete maruz kalan insan, şiddete başvurmak veya kaçmak dışında ne yapabilir?

Bu ve bunun gibi yüzlerce soru sorduran bir film Nocturnal Animals. Bu kadar şiddete dayalı ilişkilerle dönen bir dünyada insanların da hayvanlaşmaktan başka çaresi kalmıyor galiba. Dolayısıyla adalet diye bir kavram icat etmiş insanların, sorunlarını şiddetle çözen hayvanlardan farkının kalmamasına Tom Ford’un “şiddetli” bir itirazı olarak okuyorum ben bu filmi.

Öte yandan üç farklı evreni (Edward ile Susan’ın 19 yıl önceki evrenleri, Edward ile Susan’ın günümüzdeki evrenleri ve romanın evreni) birbirinin içine sokan kusursuz yapısıyla film benim için tam bir başyapıt. Yine Edward’ın yazdığı roman sayesinde, yazarın ne anlattığı ile okurun ne anladığı arasındaki farklılaşmanın getirdiği “ezoterik”, “çok anlamlı” bir yapı bu. Benzer bir “çok anlamlılık” filmin izleyicisine de geçiyor. Filmi izleyen herkes o romanın film içindeki rolünden çok farklı şeyler anlamış gibi görünüyor. Film bu yapısal özellikleri itibarıyla benim için benzersiz.  

Texas'ın zengin ailelerinden birinin kızı Susan ile genç yaşta öksüz kalan Edward'ın hikâyesi, Edward'ın Susan'ın erkek kardeşi Cooper ile Susan'a yakın olmak için arkadaş olması ile başlar. Edward annesi öldüğünde, "zayıf" "duyarlılığını" Susan'ın güçlü annesinin kollarında teselli eder. Edward Susan'a âşık olurken, Cooper da Edward'a âşık bir eşcinsel çıkar. Edward Cooper'ın kendisine âşık olduğunu bilmeden ve Susan ile bir ilişki geliştiremeden Texas'tan ayrılır.

Daha sonra Edward ile Susan New York'ta tesadüfen karşılaşıp işi pişirirler. Susan Edward'a Cooper'ın durumunu ve ailesinin Cooper'ı reddettiğini anlatınca Edward şaşırıp, Cooper için üzülür. Susan da esasen Edward'ın bu duyarlılığını seviyordur zaten.

İlişki ilerleyince, Susan'ın annesi evlenmelerini istemez, Edward'ı “zayıf” bulur ve Susan'a burjuva olanakları sağlayamayacağını düşünür. Susan ise Edward'ın “zayıf” değil, Cooper gibi “duyarlı” olduğunu söyler. Edward'ın burjuvazi gücünden farklı türde bir gücü olduğunu iddia eder Susan: "Kendine inanma gücü"

Yani Edward, güçlü annesine benzediğini düşündüğü için Susan'a âşık olurken, Susan da Edward'ı duyarlı kardeşine benzediği için sever. :) Oysa o sıralarda Susan annesinden nefret edip, ona benzemekten kaçınırken, annesinin görüşüne göre tıpkı kendisine benzemektedir. :) Aslında Edward Susan’da gördüğünü annesinde de görmüştür. Annesi de büyük olasılıkla tıpkı Susan gibi güç-duyarlılık ikileminde kalmış ve gücü seçip konforlu mutsuzluğunu yaşamaktadır. Tecrübesi olmasa Susan’a  “birkaç yıl sonra bu burjuva demeyi çok istediğin şeyler, senin için olmazsa olmaz hale gelecek” demez, diyemez. Edward’ın annesinde gördüğü ve Susan’da da olduğunu söylediği “üzgün güzel gözler”, annesi öldüğünde Edward’ı teselli ederken bakan gözlerdir. Yani Susan'ın ailesindeki burjuvazi şiddeti Cooper'ı "duyarlı" bir eşcinsel yaparken, Susan'ı bu duyarlılığın kıyısından döndürüp kendine benzetir.

Sonuçta Susan ailesine rağmen Edward ile evlenir ama bir süre sonra kavgalar başlar. Edward yazar olmak istemekte ve kitapçıda çalışırken yayınlayacağı kitaplara çalışmaktadır. Yazdıklarını Susan beğenmemekte ve Edward'ın da üniversiteye dönmesini istemektedir. Zira yazdıkları böyle olursa ömrünün sonuna kadar kitapçıda çalışmaması gerektiğini düşünür. Susan o kavga esnasında Edward’a ve evliliklerine inancını tümüyle yitirmiştir. Edward’ın tek başına “kendine inanma gücü” hiçbir şeye yetmeyecektir.

Susan da sanat okumuştur ama sanatçı olmak yerine sanat tarihinde ilerlemeyi tercih etmiştir. Çok iyi bir sanatçı olmak için gereken yaratıcılığın kendisinde bulunmadığını düşünmektedir. Oysa Edward aynı fikirde değildir ve Susan'ın kendini küçümsediğini, belki de yaratıcı olup başaramamaktan korktuğunu düşünmektedir. Böyle bir kavga sonucunda ayrıldıklarında, Susan hamiledir ve Edward’ın bundan haberi yoktur. Susan "yakışıklı ve gösterişli" Hutton ile beraber Edward'ın çocuğuna kürtaj yaptırdıktan sonra Edward’ın onları görmesiyle ilişkisini de geri dönülmez biçimde bitirdiğini anlar.

Sonrasında Susan, Hutton ile evleniyor ve 19 yıl boyunca burjuva mutsuzluğunu yaşar. Bir kızları olur ama aile bağları yok denecek kadar zayıftır. Los Angeles'ta gösterişli bir sanat müzesi işletmekte ve hep şiddet içerikli sanat eserlerine (pornografik obezite sergisi, dikizlenen kadın tablosu, üzerinde onlarca ok bulunan avlanmış bir buffalo heykeli, revenge yazan tablo vs.) ilgi duymaktadır. 19 yılın sonunda kendisini anlamsızlığın ve yalnızlığın pençesinde kıvranır bulur ama diğer taraftan da kendisine gelen kargonun ambalajını açtırıp, içindeki notu kendisine okuttuğu bir uşağa sahiptir. 

Edward ise bir daha hiç evlenmeyip Dallas'ta İngilizce öğretmenliği yapmaktadır. Susan Edward'ın bu durumunu da üzücü bulmakta, hatta acımaktadır. Yine de romanı yazmadan bir sene önce Edward'ı arayan Susan olur. Edward'dan aldığı cevap ise suratına telefon kapanması olur. Belki de bu telefon görüşmesi Edward’ın nihayet ilk defa yayıncıların basmayı kabul edeceği romanını yazmasını tetikleyen bir kıvılcım olmuştur.

Biz bu hikâyeyi, Susan’ın romanı okudukça geçmişte yaşananları hatırlamasıyla yavaş yavaş öğrenirken, Edward’ın romanında da başka bir hikâye anlatılmaktadır filmde. Bundan sonrası Susan’ın romanın neresini okurken geçmişte neleri hatırladığı bence çok önemli olduğu için mecburen filmi neredeyse kare kare anlatmaya götürüyor beni. Hala okuyorsanız, başlayalım o halde. :)

Susan, kendini mutsuz hissettiği, yaptıklarını anlamsız ve değersiz bulduğu ama çevresinden övgüler aldığı bir dönemde Hutton ile hafta sonu yazlıklarına turistik bir gezi yapmak istiyor. Hutton ise işleri sebebiyle hafta sonunu şehir dışında geçirmek üzere evden ayrılıyor. Susan yazlığa gideceklerini planladığı için evdeki hizmetçilere de izin verdiğinden hayal kırıklığı içinde koca evde yapayalnız kalıyor. Geceleri uyuyamadığı için Edward ona gece hayvanı diye isim takarmış meğer ve tesadüfe bakın ki o sabah kargodan aldığı eski kocasının yazdığı romanın adı da "Gece Hayvanları". Okumaya karar veriyor kitabı ve ilk sayfasını açıyor ki, bir de ne görsün, kitap kendisine ithaf edilmiş. Daha romanın paketini açarken elini kesiyor Susan, belli ki bu okuma süreci onun için acılı olacak. Okumaya başlıyor.

Tony kızı India ve karısı Laura ile ailece turistik bir gezi için Marfa'ya gitmeye hazırlanırlar. Tony'nin klasik araba hobisi vardır ve kullandıkları eski Mercedes'i tamamen kendisi toplamıştır. Kalabalıktan ve gereksiz sosyallikten pek hoşlanmaz Tony, sessizlik ve konsantrasyon sever. India ailesiyle turistik gezi yapmak durumunda kalan her ergen gibi durumdan şikâyetçidir. Tony ile Laura hala birbirlerini seviyorlardır ve mutludurlar. Hepsinden önemlisi ailece bir şeyler yapabiliyorlardır.  

Susan'ın yaşayamadığı herşeyi Tony yaşıyor. Susan Edward ile devam etseydi, nasıl bir hayatı olacağını düşünüyor. Susan’ın hayalinde Tony rolünü hemen Edward kapıyor. Peki ama Edward Tony karakterinde kendisini mi anlatıyor? Edward, klasik araba tutkunu, Texas’ı telefon ve insan olmadığından seven, evli ve çocuklu Tony üzerinden mi kendini anlatıyor acaba?

Tony ve ailesi gece yolculuk yapıyorlardır, çünkü India öyle istemiştir. Yolda önlerinde iki tane aracın yan yana yavaş bir şekilde gittiklerini görürler, Tony biraz sabreder ama iki araç da pozisyonunu değiştirmez. Tony sollamak için sola geçer, soldaki araç yine hızını değiştirmez. Bunun üzerine Tony kornaya basar. Önündeki araç hızlanır ve sağ şeride geçer. Tony iki aracın arasındadır. Araya aldılar diye düşünürsünüz ama Tony'nin geçmesine izin verirler. İçeridekiler üç tane serseridir ve içki içmektedirler. Bu defa India arka camdan adamlara hareket çeker. Telefonun çekmediği, inin cinle top oynadığı çölde üç tane serseriyle başlarını belaya sokmuşlardır artık. Serseriler hızlanırlar Tony'i geçip önüne kırarlar ve Tony arkadan serserilere çarpar ve belaya daha fazla bulaşmamak için geçer gider. Serseriler arkadan tekrar yetişirler ve sıkıştırıp Tony'nin sağa çekmesini sağlarlar. Bu arada artık beraberce yolu tıkadıklarını düşündüğümüz ve arkada kalmış üçüncü araba, sağa çekmiş iki arabanın yanından şöyle bir bakar ve geçer, gider. Arabanın üstü açıktır içinde bir tane adam vardır. İşte o zaman anlarız ki, Tony arkadaki adamın başındaki belayı kendi üzerine çekerek adamı kurtarmıştır. Arkadaki adam ise başı belada olan ve kendisini beladan kurtarmış Tony'i görmezden gelmiştir. Ama ilk fırsatta Ozona denen yerden polise durumu bildirir. Esasen herkes kendi doğasına uygun bir şekilde davranmıştır.

Serseriler Tony’i kendi arabalarına çarpıp kaçmakla suçlayarak işe başlarlar. Aslında silahsızdırlar ama Tony ve ailesi onların silahlı olduklarına inanırlar. Tony’nin arabasının lastiği patlamış ya da patlatılmıştır. Artık Tony kaçamaz durumdadır, mutlaka durumla yüzleşmesi gerekmektedir. Bir şekilde durumu idare etmeye çalışırken, karısı ve kızı yoldan geçen polis arabasını görüp durdurmaya çalışırlar. Ama polis durmaz. Türlü psikolojik ve fiziksel şiddete Tony gerektiği kadar karşı koyamaz ve sonunda sinir bozucu bir şekilde Tony’i karısı ve kızından ayırırlar. Tony “zayıftır”, “pısırıktır”, “süt çocuğudur”. İki serseri Laura ile India ile Tony’nin arabasına binip giderlerken, Tony arkalarından bakakalır.

Susan burada okumaya ara verir. Tony’nin başına gelenler ile kendisinin Edward’ın çocuğuna kürtaj yaptırıp, onu terk etmesi arasında paralellik olduğunu düşünür. Rahatsız olmuştur ve kendisini rahatlatsın diye kocasını arar ama kocasının kendisini aldattığını anlar. Anladığını Hutton’a hissettirmez, telefonu kapatır. Edward’ı terk ederek hata mı yaptım acaba diye düşünür, gözleri dolar ve romandaki Tony’nin karısı ile kızından ayrıldığında gördüğü şeyleri gözünün önüne getirir. Edward’a çok çektirmiştir. Onunla empati kurmaya başlayıp, okumaya devam eder.

Tony ile geride kalan serseri diğer arabaya binerler ve serserinin komutlarıyla Tony arabayı sürmeye başlar. İnin cinin top oynadığı anayoldan ruhların bile uğramadığı yerlere gittiklerini görünce, Tony itiraz eder ama serserinin tehdidine boyun eğer. Arabasını yolda terk edilmiş bir karavanın önünde görünce de itiraz eder Tony, ama “zayıf”tır işte. Serseri moral verir: “Bugüne kadar kimseyi öldürmediler.” Giderler, giderler ve yol bittiğinde serseri Tony’i orada indirir ve tek başına geri döner. Tony yine yeterli mücadeleyi veremez.  Oysa teke tektirler. Tony artık çölün ortasında, gecenin bir yarısında yalnızdır.

Yürüye yürüye geri dönmeye çalışırken, serseriler dönmüş ve onu aramaya başlamışlardır. Tony serserileri görür ve saklanır. Oysa serseriler karısının onu istediğini söylüyorlardır. Tony hiç sesini çıkarmadan saklanmaya devam eder. Serseriler de çekip giderler. Tony sabaha kadar topallaya topallaya yürür ve bir eve ulaşır. Polisi arar ve polisin tavsiyesiyle bir motele yerleşir. Motelde başına gelenleri düşünerek banyo yapar.

Susan bunları okurken, önce kolyesiyle oynar, sonra o da banyoya girer ve üzgün üzgün düşünür. Susan’ın kolyesiyle Laura’nın kolyesi aynıdır. Tony ağlar, Susan da ağlar, Tony sırtüstü yatıp boş boş bakar, Susan da sırtüstü yatıp boş boş bakar. İkisi de çok düşüncelidir. Susan, Edward’ı terk ettiğinde Edward’ın yaşadıkları ile empati kurmuştur, “zayıf” diye adama bunu ben de yaptım diye içinde suçluluk hisseder ve tekrar okumaya başlar.

Tony’e polisten telefon gelir, arabasını bulmuşlardır. Ama karısı ve kızından haber yoktur. Davayla Andes adında bir komiser ilgilenecektir artık ve bir iki dakika sonra Tony ile konuşmak için yanına gelecektir. Andes tam bir Texas kovboyudur. Silahsız adamlara nasıl kaptırdın karınla kızını diye küçümseyerek bakar Tony’e ama “zayıf” olduğunu anlamıştır onun, üstüne gitmez. Andes ile Tony keşif tatbikatı yaparak, karısı ve kızının birbirlerine sarılmış kırmızı bir kanepeye yan yatmış çırılçıplak cesetlerine ulaşırlar.

Tony sabırsızlık ve heyecan içinde karısının ve kızının cesedine ilerlerken, Susan da heyecan içinde kolyesiyle oynamayı sürdürmektedir. Tony cesetleri bulduğunda ağlar, Susan da okurken ağlar ve telefona sarılıp kızını arar. Tony’nin kızı ölmüş ama Susan’ın kızı hayattadır. Kürtaj ile Edward’dan çocuğunu öldürmüştür ama Hutton’dan bir kızı olmuştur. Kızına onu sevdiğini ve özlediğini söylemek ister. Telefonu çaldığında kızı, cesetlerle aynı pozisyonda yatmaktadır.

Susan bu andan itibaren flashbacklerle Edward ile ilişkisini düşünmeye başlar. New York’ta tesadüfen karşılaşmalarını hatırlar. Vicdanında kendini yargılamaya başlamıştır ve bu yargılama kendisini gittikçe Edward’a yaklaştırmaktadır. Tutunacak dal arayarak Hutton’ı arayıp duvara toslamıştır. Kızını ise uykudan uyandırmış ve umduğu teselliyi ondan da bulamamıştır.

Peki Edward romanı yazarken, Susan’ın kendisini Tony ile özdeşleştireceğini bilmiyor mudur? Biliyordur elbette, “sürekli kendini yazıyorsun“ diye eleştirilmiştir Susan tarafından. Edward, Susan’la beraberken yazdıklarından daha farklı bir türde yazdığını ve bunun için gereken ilhamı ayrılmalarından aldığını söylemektedir. Ama Edward gerçekten Tony ile kendisini mi karakterize ediyordur acaba? Edward, Tony ile Susan’ı; Andes ile de Hutton’ı karakterize etmektedir. Tony’nin öldürülen karısı ve kızı Edward ile kürtaj yaptırılan çocuğu iken, romandaki serseri şiddeti de burjuva şiddetinin ta kendisidir. Susan’ın şiddet karşısında, kendinden ve kendisinden nasıl vazgeçtiğini anlatmaktadır Edward. Zayıf olan ben değil, sensin demektedir Susan’a. İntikamını Susan’ın okuduklarını anlamamasıyla alacaktır.

Andes, Tony’e karısı ve kızının ölüm nedenlerini açıklar, karavanı da bulmuşlardır. Andes Tony’e tümüyle inanmaktadır artık. Karavanın sahibinden bir şey çıkmamıştır, çünkü adam karavanı terk etmiştir. Parmak izlerinden sonuç alacaklarını söyler Andes, Tony pek inanmaz.

Susan annesiyle Edward hakkındaki konuşmalarını hatırlar. New York’tan Texas’a taşınıp, Edward ile evleneceklerdir. Annesi karşı çıkar ve Edward’ın “zayıf” olduğunu söyler. Susan anılarından dönünce kitabı çok beğendiğini ve görüşmek istediğini söyleyen bir mail atar Edward’a, sonra da romanı okumaya devam eder.

Tony Andes’ten gelen maili okumaktadır. Mailde serserilerden birinin fotoğrafı vardır. Tony fotoğraftaki adamın serserilerden biri olduğundan emin olmadığını söyler. Oysa parmak izleri ve adamın sabıka kaydı fotoğraftaki adamın serserilerden biri olduğunu göstermektedir. Andes Tony’nin üstüne gider. Tony rüyasında fotoğraftaki adamı, karısına tecavüz ederken görür ve Andes’e “onun yaptığını biliyorum” der. Andes ona bu adamı yakalamalarının aylar, hatta yıllar sürebileceğini ve hazır olmasını söyler. Tony sabah sporu yapıp hazırlanmaya başlarken, görürüz ki, sakalını kesmiş. Zayıftan, güçlüye dönüşüm yolunda ilk adımını atmıştır Tony.

Susan duştayken, sabah sporundan dönen Tony de duştadır. Tony karısının kolyesini takmaya başlamıştır ki bu kolyenin aynısını Susan da takmaktadır. Andes’in Tony’nin üstüne giderek istediği gibi yönlendirmesini Susan “zayıflıktan” kurtulmak için doğru adamı bulmuş diye anlarken Edward, Susan’ın Hutton’a ne kadar kolay kapıldığını anlatmaktadır.

Susan Edward ile konuşmasını hatırlar:
- Neden yazmak için bu kadar kararlısın?
- Bence yazmak olayları canlı tutmanın bir yolu, eninde sonunda ölecekleri kurtarmanın. Eğer kağıda dökersem, sonsuza kadar yaşarlar.

Hatırladığı bu diyalogla Susan, Edward’ın “zayıflığı” nedeniyle kaybettiklerini unutmamak için bu romanı yazdığını sanırken, Edward, Susan’a bana çektirdiklerini unutmayacağım demektedir.

Olayın üstünden bir yıl geçmiştir ki, Andes Tony’i arar ve gelmesini ister. Maille fotoğrafını gönderdiği adam iki kişiyle birlikte yaptığı bir silahlı süpermarket soygunu sırasında öldürülmüştür. Diğer iki adamdan biri yakalanmış diğeri ise kaçmıştır. Andes ile Tony buluştuklarında ikisi de değişmiştir. Biri dönüşüm geçirmiş, diğeri kanser olmuş, ölmek üzeredir. Andes Tony’den yakalanan adamı teşhis etmesini istemektedir. Andes Tony’e bu adamların gözlerinin içine bakmaktan korkup korkmadığını sorar. Cevap titrek bir hayırdır. Tony adamı teşhis eder ama adam iddiaları reddeder. Tony mahkeme gününü bekleyecek, Andes de bu arada kaçan üçüncü adamı yakalayacaktır.  

Susan ofisindedir, kırmızı boyalı duvarda kapıdaki dürbünden dikizlenen kırmızı kanepedeki cesetlere benzer bir pozisyonda çırılçıplak bir kadın tablosu vardır. Tablodaki kadın kapıdaki dürbüne tedirgin bir şekilde bakmaktadır. Sekreteri Susan’a müzedeki yönetim kurulu toplantısını hatırlatır. Susan hiç uyumamış ve kafası romanla bir hayli meşguldür. Sekreterine Edward’ı ve Edward’ın ona uyumaması sebebiyle gece hayvanı diye isim taktığını anlatır. “Gösterişli ve yakışıklı” Hutton uğruna terk ettiği eski kocasını aklından çıkaramamaktadır. Susan romanı okurken duyduğu suçluluğu ve Edward’ı terk etmesinden ve kürtajdan dolayı yaşadığı pişmanlığı aklından çıkaramamaktadır. Yapayalnızdır. Hayatından memnuniyetsizliğini anlatabileceği sadece sekreteri vardır, o da ona sorar: “Hayatının hiç de planlamadığın bir hal aldığı hissine kapıldığın oluyor mu?”

Toplantı için müzeye gittiğinde, üzerinde onlarca ok bulunan avlanmış buffalo heykelinin önünden geçerken durur. Şiddeti fark eder, muhtemelen o heykeli oraya kendisi almıştır ve bunun burada ne işi var der gibi uzun uzun bakar. Tony’nin “zayıftan”, “güçlüye” dönüşümünü düşünürken, o da “güçlüden” “duyarlıya” dönüşmektedir. Yani Susan’a göre Edward, kendisinden ayrı geçirdiği yıllarda Susanlaşmaya çabalarken, kendisi de romanı okuduğundan beri Edwardlaşmaktadır. Oysa Edward, bu romanla Susan’a ve diğer “Gece Hayvanları”na öfkesini kusarak, onlardan intikamını almaktadır.

Üzerinde revenge (intikam) yazan tablonun önünde de durur Susan ve ona da Tony’nin alması gereken intikamı düşünerek bakar. Ama bu intikam duygusunun kendisiyle ve müzesiyle ilgisini kuramadığından,  telefonuyla oynayarak gelen müze yönetim kurulu üyesine bu tablo buraya nereden gelmiş diye sorar. Oysa bu tabloyu sekiz yıl önce kendisi almıştır müzeye. Romanın Susan üzerindeki etkisi sürmektedir, kendine yabancılaşmış, kendini inkar eder hale gelmiştir.

O sırada yönetim kurulu üyesinin telefonundan gelen ses ile kadının telefonda neyle uğraştığını merak eder. Oğlunun beşiği üzerindeki kameranın çektiği görüntüleri izliyordur kadın, dadısına güvenen ama ondan nefret eden yönetim kurulu üyesi gün içinde o telefondan oğlunu izlediğinde onun hayatına daha çok dahil olduğuna inanmaktadır. Nefes alışını bile duyabildiği oğluyla isterse konuşabilmektedir üstelik. Telefonu görüntüleri izlemesi için Susan’a verir ve Susan Tony’nin karısına ve kızına tecavüz eden kaçak serserinin halüsinasyonunu görerek korkup telefonu elinden düşürür. Telefonun ekranı kırılmıştır, ama sorun yoktur; telefonun yeni modeli gelecek hafta çıkacaktır. Susan yaşadığı hayata tümüyle yabancılaşmak üzeredir.

Toplantı sırasında, Susan işten atılmak üzere olan bir çalışanına merhamet eder ve işten atılmasına mani olur. Oysa bir hafta önce onun işten atılmasını kendisi istemiştir. Susan, iyiden iyiye Edward’a yaklaşmaktadır artık. “bazen belki de ilişkileri bu denli değiştirmek pek iyi bir fikir değildir” diyerek pişmanlığını bir kez daha ifade eder. Ama yine kendisini anlamış bir cevap alamaz. Eve döndüğünde bu defa da üzerine tüfek doğrultulmuş vurulmak üzere olan bir adamın kameraya verdiği pozun fotoğrafına uzun uzun bakar. Artık kendisine tamamen yabancılaşmıştır. Mutsuz ve yapayalnızdır. Viskisini yudumlarken, lüks içinde yüzen evinden, ışıklı şehir manzarasını izler. Bunlar hep burjuva şiddetiyle elde edilmiş şeylerdir, ama Susan’a mutluluk getirmemiştir. Susan tekrar okumaya başlar.

Andes kaçan üçüncü serseriyi de bulmuştur, Tony ile birlikte onun yaşadığı yere gelirler. Adam dışarıdaki tuvalette oturmuş, hacetini gidermeye çalışırken eğlenceli bir telefon görüşmesi yapmakta, bir yandan da sigarasını tüttürürken, bira içmektedir. Bu sahne Susan’ın arkadaşlarının Pam kızartma spreyi ile vajinal gençleştirme yaptırmaya gerek kalmayacağını anlattıkları sahnedeki “duyarsızlığa” çok benzer.

Andes Tony’e adamı teşhis ettirir ve suçun gerçekleştiği karavana götürürler. Tony intikam için gereken gücü almak için adama olay sırasında karısının ve kızının nasıl davrandıklarını, neler söylediklerini, neler hissettiklerini sorar. Gözü yaşlı “cevap ver, cevap ver” diye adama bağırırken, cevap gelmemesi üzerine, adama yumruğu patlatır. Dönüşümü sürmektedir, şiddet uygulama gücüne ulaşmaktadır.    

Tony yumruğu patlattığında Susan da şömineden gelen çıtırtıdan irkilip, elinden kitabı düşürür. Flashbackle Susan, Edward’a yazdıklarını beğenmediğini söylediğini hatırlar, ona inancını yitirmektedir. Edward’a kendinden başka bir şey yazmasını ve biraz yazmaya ara vermesini tavsiye eder ve ayrılmalarına varacak kavgalarını başlatır. Susan, Edward’a yaptıklarının üstesinden gelmek için, “güçlü” olmak için onun ne kadar çabaladığını görmektedir. Oysa Edward, Susan’ın kendinden vazgeçişinin sancılarını anlatıyordur. Susan’ı mutsuz ve yalnız bırakan şey, burjuva şiddetine teslim olarak kendinden vazgeçmesidir. Kendine ve Susan’a inanma gücü olan Edward’a Susan’ın inancını yitirmesini anlatıyordur. Bu inanç yitimi, Susan’ın kendisinden tümüyle vazgeçmesi ile sonuçlanacaktır.

Susan, belki de Edward’a sığınabileceğini düşünmenin güveni ile film boyunca ilk defa uyumuştur. Uyanıp romanı tekrar eline alır ve bu defa “yakışıklı ve gösterişli” Hutton ile tanıştığı anı hatırlar. Edward’dan vazgeçmeye karar verince, herşey ne kadar da kolay olmuştur. Derste düşürdüğü kalemini arkasında oturan “yakışıklı ve gösterişli” Hutton’ın alması ve bir iki bakışma “vazgeçiş” için yeterli olmuştur. Susan kitabı okumaya devam eder.

Andes, telefonda Tony’e mahkemenin üçüncü serseriyi serbest bıraktığını fakat diğer serserinin hapiste kalmaya devam edeceğini söyler. Tony’e patlattığı yumruk yetmemiştir, Andes’e başka ne yapabileceklerini sorar. Andes tekrar Tony’i yanına çağırır, zira serserinin uzun süre buralarda takılacağını düşünmemektedir. Buluştuklarında Tony, Andes’in kanser olduğunu ve yakında öleceğini öğrenip, duyarlılık gösterir. Ama Andes de serseriler gibi bir gece hayvanıdır ama serserilerin aksine sürü halinde değil tek başına avlanmaktadır. Kızının gösterebileceği şefkati talep bile etmemiştir. Bu konu üzerinde fazla konuşmak istemediği de ortadadır. Asıl konuya dönerler. Üçüncü serseriye yapılan cinayet suçlamasının düşmek üzere olduğunu öğrenen Tony intikamı, Andes de kanserden dolayı onu emekli edeceklerine kızgın olduğu için hayattaki iki serserinin cezalarını kendileri vermeye karar veririler.

Susan okumaya ara verip flashbackle Edward ile son konuşmalarını hatırlar. Birbirleri için doğru kişiler değillermiş, ilişkileri yürümüyormuş, çok mutsuzmuş. Edward’ın tüm çabasına karşın Susan ayrılmakta kararlıdır. “Duyarlı” adamı sevmekten vazgeçip, “zayıf” adamı terketmiş ve daha önce annesinden dinlediği burjuva gücünü seçmiştir. Edward ise, Susan’ı sorunlardan kaçmakla suçlamıştır. Susan, Edward’ın da Tony gibi güçlenmesi gerektiğini düşündüğünü ve ilişkileri esnasında bu güçlenme çabasını göstermediği için pişman olduğunu düşünür. Oysa Edward’a göre Susan, tıpkı Tony gibi kendinden vazgeçip şiddete teslim olmuş, Hutton/Andes ile vuracakları son darbeyi planlamaktadır. Bu son darbe kürtajdır.

Andes dışarıdaki serseriyi bardan alıp kendi mekanına götürür. Kanserden can çekiştiği bir anda serseri kaçamasın diye de Tony’nin eline silah verir. Hapisteki diğer serseriyi de Andes’in polis arkadaşı getirir. İki serseri ile çölün ortasında Andes ile Tony baş başadır artık. Durum, tıpkı serserilerin Tony’nin arabasını durdurdukları ana benzer, ama rolleri değişmişlerdir. Bu defa Tony şiddeti uygulayacak taraf, serseriler ise şiddete maruz kalacak taraf olacaktır. Tony ile Andes tıpkı serserilerin Tony ve ailesiyle konuştukları gibi konuşurlar: Alaycı, tehditkar ve şiddet dolu. Tam Andes, serserilerin ellerini çözmüş, işkenceye başlayacaklarken, Andes’in öksürük krizi tutar ve Tony’i iki serseri ile yalnız bırakır. Andes’in “kuş gibi özgür” bıraktığı iki serseri hemen kaçmaya kalkar. Tony elinde silahla hiçbir şey yapamaz, öyle bakakalır. Andes yetişir ve serserilerden birini arakadan vurur. Yaralı adamın yanına gider ve adamın kafasına bir kurşun daha sıkar. Diğeri kaçmıştır.

Susan yine irkilerek okumaya ara verir ve dışarda evinin önüne düşmüş ölmek üzere olan küçük bir kuş görür. Ayağa kalkar ve kuşa camdan uzun uzun bakarken, flashback başlar. Hutton ile Susan Edward’ın çocuğuna kürtaj yaptırdıkları hastaneden ayrılmak üzeredirler. Edward’ın çocuktan haberi yoktur ve Susan’ın bu hareketi, ilişkilerini öldürecek son kurşundur. Susan, Hutton’a ömrü boyunca pişmanlık duyacağını ve bu yaptığından sonra bir daha asla Edward’ın yüzüne bakamayacağını söylerken, Hutton da bu olayı Edward’ın asla öğrenemeyeceğini iddia eder. Susan, Hutton’ın “güçlü” kollarına sarılarak ağlarken, Edward yağmur altında sırılsıklam, yaşlı gözlerle onları izlemektedir. Susan, serserilere hiçbir şey yapamayan Tony’nin, kürtaja mani olamayan Edward’a benzediğini düşünür. Oysa Edward, Susan’ın çocuklarını Hutton ile beraber öldürerek, ilişkilerini geri dönülmez biçimde bitirdiğini anlatmaktadır.

Tony serserinin cesedinin yanında dikilmiş yaşlı gözlerle boş boş bakarken, Andes öldürdüğü adam için kendini savunur. Oysa Tony’nin yaşlı gözlerle boş boş bakmasının sebebi serserinin ölmesi değil, duyduğu pişmanlıktır. “Onları korumalıydım” der Tony, “olacakları anlamaydım, engel olmalıydım.” Andes, Tony’i teselli ederek, onu iyi biri olduğuna ikna eder ve gerçekleri hatırlatır. Kaçan serseriyi bulmaları gerekmektedir. Andes ile ayrılarak kaçan serseriyi ayrı ayrı aramaya karar verirlerken, Tony, Andes’e tüm bu yaptıklarımız başına bela olur mu diye sorar ve “umurumda bile değil, ben ölüyorum unuttun mu” cevabını alır.  

Silahsız ve araçsız çölün ortasında yapayalnız kalan serseri, bu defa serserilerin Tony’i karısı ve kızından zorla ayırıp, yolun bittiği yerde arabadan indirdikleri pozisyonundadır. O da tıpkı aramaya gittikleri andaki Tony gibi saklanmıştır. Tony ise, bu defa avcı pozisyonundadır. Serseriyi arayacak ve onu karısına ve kızına tecavüz ettiği o terk edilmiş karavanda bulacaktır.

Serseri karavana gelenin Tony olduğunu gördüğünde ve Andes ile beraber olup olmadığını sorar. Tony. “yolda” der. Serseri, diğer polisleri sorar. Tony “buralardalar” der. Serseri yan gözle karanlık karavanın penceresinden dışarı bakarak, “buradalar” mı diye tekrar sorar. Tony özgüvenli bir şekide karavanın ışığını yakar ve “şu anda sadece ben varım” der. Serseri iyice rahatlamıştır, Tony adam öldürebilecek türde biri değildir, “zayıftır” o. Silahın nasıl kullanılacağını bilmediğini söyleyerek Tony’i küçümser ve beraber kaçtıkları diğer serseri arkadaşının nerede olduğunu sorar. Tony’nin bakışlarındaki ve sesindeki titreklik, yerini kararlı bir özgüvene bırakmıştır artık. Arkadaşının öldüğünü söyler ve karşılığında serserinin küfür ve tehditlerini dinler. Tony, bu defa tehditlere ve serserinin kendini aşağılayan sözlerine pabuç bırakmaz. Serseri ayağa kalkıp daha da üstüne gelince, otoritesini gösterir ve onu yatağa oturtur. Serseri bu defa öldürdüğü karısı ve kızının bunu hak ettiklerini söyler ve Tony’e kendi abuk subuk prensiplerini anlatır. Anlattıkları düpedüz orman kanunu, serseri de bir gece hayvanıdır. Tony bu gece hayvanına adaletten bahseder, karşılığında “insanları öldürmek eğlenceli” cevabını alır. Tony sinirlenerek kontrolünü kaybeder gibi olunca serseri, yastığın altına sakladığı soba demiri ile Tony’e hamle yapar ve göğsüne kurşunu yer. Serseri yere düşmeden önce Tony’nin kafasına soba demiriyle vurmayı başarır. Tony bayılmıştır.   

Saatler sonra ayılan Tony, serseriyi öldürdüğüne emin olduktan sonra dışarı çıkıp Andes’ten yardım isteme amacıyla havaya ateş eder. Tony, silahın sesi ve geri tepmesi karşısında ayakta kalamaz ve yere düşer. Doğrulmaya çalışırken gerekli gücü kendinde bulamaz ve silahın üstüne yatmak zorunda kalır. Silahın patlaması sonucu Tony kendini karnından vurup ölür.

Tony ölürken kolyesini tutar, Susan da banyoda kolyesini elinden bırakamaz ve Edward diye sayıklar. Susan, Tony’nin ölümüne Edward ölmüş gibi üzülür. Edward’ın çocuğunu doğursam, Hutton’a hiç bulaşmasam daha mutlu olurdum der kendi kendine. Hutton da zaten beni aldatıyor, neden Edward ile ikinci baharı yaşamayayım ki diye düşünerek, banyodan çıkar. Yatağına yattığında, Edward’dan mailine olumlu cevap geldiğini görür. Zamanı ve yeri sen söyle der Edward. Tam da düşündüğü gibi buluşacaklardır bir restoranda. Susan yatakta Edward ile birbirlerine sarıldıklarını hayal eder. Edward’ın parmağındaki alyansı görürüz hayalinde. Susan avını gözüne kestirmiş bir gece hayvanıdır artık, New York’ta tavladığı Edward’ı Los Angeles’ta da tavlayacaktır.

Kalkar, içine sutyen takmadığı yeşil göğüs dekolteli seksi elbiseyi giyer, makyajı vamptır. Sonra dudağındaki kırmızı ruju biraz fazla bulur ve siler, Edward için romantik kadın olmalıdır, vamp değil. Parmağına yüzüğünü takmayı düşünür ama vazgeçer, saçlarıyla oynar. Edward için en cazip paket olmaya çalışmaktadır. Sonunda karar verdiği makyaj ilk baştaki makyajından oldukça farklıdır. Üzerine onlarca ok saplanmış buffalo heykeli satın alan kadından yönetim kurulu toplantısında işini kaybetmek üzere olan çalışanına merhamet gösteren kadına geçişin yansımasıdır adeta. Bu makyaj ve elbise seçimini eminim Tom Ford bize saatlerce anlatabilecek bir moda kültürüne sahiptir ama ben daha fazla ilerlemeyi düşünmüyorum. :)

Buluşmak için kendi seçtiği restorana gelir, arabasını vale alır, kapısını komi açar, masasına kadar şık bir kadın görevli eşlik eder, oturacağı sandalyeyi de garson arkadan iter. Burjuvaya hizmet böyle bir şeydir işte, sadece restoranda masasına oturana kadar dört kişi hizmet etmiştir Susan’a. Çoktan annesine dönüşmüştür Susan ve artık çok geçtir. Ama kitabı anlamadığı gibi Susan bunu da anlamaz.

Susan kapıya bakarken, viskisini bir başka garson getirir. Susan bir yudum alır. Masaya bıraktığında viski kadehinin yakın çekim görüntüsü ile Susan’ın parmak dokunuşları, bir viski reklamından fırlamış gibidir. Kamera döndüğünde, Susan’ın yüzünde memnuniyet vardır. Kısa sürede kendisini toparlayıp, tekrar kapıya bakar Susan. Gelince Edward’a neler söyleyeceğini aklından geçirir, gülümser, ama hemen sonra Edward’dan duyabileceği şeyler gelir aklına, yüzü değişir. Sabırsızlanır, ne olacaksa olsun diye düşünerek düşüncelerinden gerçek dünyaya döner ve restoranda muhtemelen daha önceden tanıdığı biriyle selamlaşır.

Zaman geçer, restorandaki masaların bazıları boşalmıştır, Susan masada hala yalnızdır ve hala viski içiyordur. Edward’ın gelmeyeceğini anlamaya başlar, parmağında olmayan yüzüğe dokunmaya çalışır. Saçlarını düzeltir, elini dua eder gibi birbirine kavuşturur, umutsuzluğa kapılmaya başlar, ellerini açar. Bir viski daha getirir o sırada garson.

Zaman geçer, restorandaki tüm masalar boşalmıştır ve Susan hala masada yalnız viski içiyordur. Edward’ın niye gelmediğini merak etmektedir. Ve nihayet Edward’ın neden gelmediğini anlar, kamera sağ gözüne odaklanır, gözyaşı akmak üzeredir.

Oysa Edward, Tony’nin “onları korumalıydım, olacakları anlamaydım, engel olmalıydım.” diye ağladığı, sinir krizi geçirdiği anlarda Susan’ın burjuva şiddetine pabuç bırakmaması gerektiğini anlatmaktadır. Kürtajdan sonra Hutton Susan’ı nasıl teselli etmişse, Andes de Tony’i iyi bir adam olduğuna ikna ederek aynı şekilde teselli etmiştir. Susan için Hutton da kısa bir süre sonra Andes kadar ölü olacaktır. Tony’nin “zayıf”tan “güçlü”ye dönüşümü, herkesin öldüğü mutsuz bir sonla biterken, Susan’ın restorandaki yalnızlığı da kimsenin birbiriyle bir daha görüşmediği mutsuz bir sonu ifade eder. Susan’ın sağ gözünden akmak üzere olan gözyaşıyla görürüz ki, onun da tıpkı annesi gibi çok güzel üzgün gözleri vardır.   

Açıkçası, filmi izledikten sonra, Tony Edward'ı mı, Susan'ı mı karakterize ediyor diye çok düşündüm. Uzun süre Edward'ın empati kurdurmaya çalıştığını sandım. Ama öyle olunca Edward'ın Susan aradığında telefonu suratına kapatmasını anlamlandıramadım. Yani Susan ile teması reddedip, kitap üzerinden Susan'a empati kurdurarak kendisi ile tekrar görüşmesini isteseydi, son sahnede de Susan ile görüşürdü.

O tam tersine Susan'ı cezalandırmak istedi, kendine olan inancını ve sevgisini korudu. Susan Tony'nin Edward olduğunu zannederken, (hayalinde Edward'ı oynatıyor Tony rolünde :)) Edward aslında Susan'ın nasıl şiddet karşısında kendinden vazgeçtiğini anlatıyordu ona, anlamayacağını bile bile.

Herkes kendini yazar meselesi de herkes kendi hikayesini yazar anlamına gelmez. Yazdığı bütün, kendinden bir parça anlamına gelir ve Susan'ın sanatçı olmama tercihi gibi bu da aslında Edward'ın anlamadığı bir şeydir. Kitap içindeki notta da daha içten yazmaya başladığını, gereken ilhamı da ayrılmalarından aldığını söylemesi, aslında Susan'ın şiddeti kutsayan sanat eseri tercihlerini düşündüğünde çok ince ve şık bir laf sokmadır. O kadar Susan'ın anlamayacağı bir dille yapar ki bunu, Susan’ı gerçekten darmadağın eder. İntikam tam da böyle bir şeydir zaten.

Derecelendirme: 10/10